Freud, rüya sembollerinin bütün insanlarda ortak anlamlar taşıdığını savunurdu. Rüyalardaki Freudyen semboller, psikanalitik düşüncenin en önemli faktörlerinden biri haline gelmiştir. Freud, rüyaların özünün büyük bir bölümünün semboller aracılığı ile gizlendiğine inanırdı. İnsanlığın ortak ve anlamı değişmez sembollerini inceleyerek bir kişinin rüyasının -o kişiyi tanımadan, bazı sorular sorulmadan, sadece toplumsal statüsü ve kişiliği hakkında bazı bilgilere sahip olunması şartıyla-, analizini mümkün kılar gibi bir düşünceye sahip olan Freud un aksine Jung, sembollerin daha derin ve kişiye özel anlamlar taşıdığını düşünüyordu.
Jung, kendi ve hastalarının rüyalarında beliren sembollerin, mitolojik fragmanların arketipsel anlamlar içerdiği kanaatine varmıştı. Genellikle bu sembollerin kutsal anlamlar taşıdığını ve ruhun tekamülü ile yakından ilgisi bulunduğunu düşünüyordu. Aslında Jung, Freud’un rüya sembollerinin gerçek semboller olduğuna inanmıyordu. Freudyen semboller zaten herkesçe bilinen ve evrensel olarak nitelendirilebilecek şeyleri ifade eden metaforlardı. Mesela sivri cisimlerin penise, yayvan ve mağara gibi girişli şeylerin de vajinaya benzetilmesi gibi…
Sembol, belirgin bilinen anlamına ek olarak özel çağrışımlar içeren bir ad, bir imgedir.
Semboller rüyalarda kendi kendine tezahür eder. Sembolik düşünceler, eylemler, hatta durumlar olarak ortaya çıkabilirler. Sembollerin çoğu sadece birey için değil, bir grup, bir toplum için de özel anlamlıdır. Çoğunlukla da bu semboller dinseldir. Hayvanlar da çoğu zaman dinsel semboller olarak ortaya çıkar. Örneğin Mısır kadim din kültüründe tanrılar şahin, çakal, kedi gibi hayvanların özelliklerine sahip olarak temsil edilirdi. Bu tür sembolizm, sözcüklerle ifade edilemeyen fikirleri dile getirmek için kullanılırdı.Tipik dinsel semboller çoğu zaman tanrıya atfedilir, fakat Jung onların aslında doğal rüyalardan kaynaklandığı görüşünü savunur.
Jung’a göre rüyalar, iradenin denetimi altında olmayan, bütünüyle doğal, uyku sırasında ortaya çıkan bilinçdışı ifadelerdir ve bu rüya sürecinin bizim dışımızda, biz uyanıkken de farkında olmadan sürüp gittiğini, rüyaların her zaman, bilinçli zihnin yeterince anlamadığı bir şeyleri dile getirmeye çalıştığını düşünüyordu. Özellikle de bilinçdışı çatışmalar yaşadığımızda ve duygusal olarak bastırıldığımızda heran öylesine güçlü bir veri bombardımanı altındayızdır ki, bunların tamamını bilinçli algılayabilmemize imkan yoktur. Ama bilinç altı gelen her veriyi kaydeder. Bu da demektir ki bilinç ve bilinçaltını bir bütün olarak ele aldığımızda, farkında olduğumuzun çok çok üstünde bir miktar verinin bilinçsiz algılandığını görürüz. Bu algılar daha sonra, belki bir sezgi olarak, ya da rüyada bilinçdışından bilince çıkar. İşte o zaman biz, bu algıların farklı bir anlama sahip olduklarını anlarız.
Jung der ki, rüya sembolleri ruhun, bilinçli zihnin denetimi ötesindeki alanına özgü dışavurumlardır. Ruhun kendiliğinden semboller oluşturmasını, bitkinin kendi çiçeklerini oluşturmasına benzetir. Anlıyoruz ki, Jung rüyaları, Freud’un inandığı gibi nevrotik semptomlar olarak değil, doğal ruhsal faaliyetlerin ve insan olarak gelişmenin, büyümenin işaretleri ve kanıtı olarak düşünür. Rüyalar ruhun çatışmalarını çözmesine ve bu çatışmaları yeni bir bakışla kavramasına yardımcı olur. Rüyaların sembolik içeriğinin ruhu iyileşme ve bütünleşmeye doğru götüren aşkın bir niteliği vardır. Bu Jung için çok önemlidir. Rüya sembolleri ile çalışmayı, rüya analizlerinde kilit unsurlardan biri olarak görmüş ve insanları, rüyalarında kendiliğinden beliren sembollerle yaratıcı bir biçimde oynamaya ve geliştirmeye özendirmiştir.
Jung rüyaların genellikle çocukluk dönemine ait malzeme ile rüya görenin yakın zamanlarda yaşadığı olaylarla örüldüğü konusunda Freud ile aynı fikirdedir. Ama ilave olarak üçüncü bir kaynağın varlığını da fark etmiştir. Zihnin doğal evrimsel yolculuğu, rüyalarda çocukluk dönemimizden de öncelere, kolektif bilinçdışının en ilksel güdülerine uzanan geçmiş anıları da hatırlamamızı sağlar. Freud’un belirttiği gibi, bazı durumlarda geçmiş olayları anımsama, bebekliğe ait anılardaki boşluğu doldurup yetişkin ruhuna denge ve doygunluk getirerek son derece iyileştirici olabilir.
Kişi analizde ne kadar ilerlerse rüyaları o kadar karmaşık ve simgesel olma eğilimi gösterir. Kişinin biyolojik dengesi ve hayatta kalımı gibi biyolojik ilkeleri de araştırmalarına dahil eden Jung, rüyaları fiziksel ve ruhsal dengelerin sağlanmasına yardımcı unsurlar olarak kabul etmiştir. Jung’un kolektif bilince ait sembollerin kişinin kişisel metaforlarına denk gelen anlamlarını yorumlayarak ruhun dengeleyici enerjilerini keşfedip serbest bırakma fikri, Freud’un indirgeyici yönteminden yani rüyaların çocuklukta yaşanan cinsel travmayı gizleyen imgelere indirgeme yönteminden çok daha önemli bir yaklaşım olsa gerektir. Jung’un yaklaşımı bize, yalnızca geçmişi kurcalamak yerine an ve gelecek üzerinde de çalışma imkanı verir.
Jung, hemen her gece bilinçdışımızdan mesajlar almamıza karşın, bir çok insanın bunları anlamak ya da üzerinde düşünmek güvenmek ve önemsemek konularındaki eksikliklerini inanılmaz olarak yorumlar. Ve Freud’un, rüyanın yalnızca gerçeği gizleyen bir dış görünüş olduğunu, bu görünüşün altında önceden bilinen ama bilinçten uzak tutulan bir anlamın bulunduğu savını asla benimseyememiştir ve çoğunlukla rüyaları anlamanın güç olduğundan bahseder. Çünkü bilinçdışının sembol ve resimlerden oluşan dilini anlamak, aldatıcı olanlarını ayırt etmek, hem rüya göreni, hem de analizciyi zorlar ve yanlış yönlendirebilir.
Nuran Nora Aydınlar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder